25 Haziran 2014 Çarşamba

Neredeyse Hepimizin Tanıdığı Bir Kadın: Doğa

İletişim'den çıkan Doğa Tarihi'ni geçtiğiniz günlerde bitirdim. Oldukça akıcı, elimden neredeyse hiç bırakmadan bir solukta okudum. 
Elimden bırakamayışımın asıl nedeni ne olabilir diye düşündüğüm zaman da ana karakterimiz Doğa'nın neredeyse hepimizin tanıdığı bir kadın oluşunu, biraz da kendimi okuyuşumu fark ettim.

Doğa'nın hayatını okuyup kendimize dönmemizi, öz eleştiri yapmamızı sağlamış Hakan Bıçakçı.
Doğa belki de biraz uç bir örnek. Ev-iş arasındaki arabasında, asansörde ve camdan fanusunda geçirdiği hayatının ne zaman patlak vereceğini merakla bekliyorsunuz. 

Pahalı elbiseler, lüks bir araba ve ev, birbirlerine ne kadar da güzel bir hayatları olduğunu kanıtlamak için oluşmuş suni bir arkadaş grubu, kıyafet-ayakkabı-çanta üçlüsünün yanında iyi duran ve pahalı mücevherler sağlayan bir sevgili... 

Etini "az pişmiş" almaya ve içecek olarak "kırmızı şarap" içmeye kendini şartlamış, "civardaki göllerden bile yapay" kahkahalarıyla hiç olamayacağı kadar mutlu görünmeye kendini alıştırmış, huzur hissini fotoğraflarının aldığı beğenilere bağlamış, "renkli fotokopiyle çoğaltılmış yepyeni coşkular" ile eğlendiğini sanmış, müzik yerine sevgilisinin ses sistemini dinlemeyi seçmiş, başkalarının düşüncelerine hapsolmuş bir kadın Doğa.
Bizlerin bir adım sonrası belki de...



Kitabın en etkileyici yönlerinden biri de Bıçakçı'nın ifade tarzı. Kısa cümleler ve bunların tekrarları okundukça sanki daha da giriliyor karakterin içine, sanki kafasından geçenler, bunalımlı halleri daha da vurucu oluyor okuyucu için. Onun tatmin edilemezliği ve içine düştüğü çıkmaz bizim oluveriyor aniden. 

Doğa'dan bahsedip annesinden bahsetmemek olmaz. Kendisini boşayıp daha genç bir kadınla evlenen kocasının bir gün gelip ondan özür dilemesini, ayaklarına kapanmasını bekleyen ve bunu beklerken de kendini tüketen bir kadın. Aslında tutunduğu dal var hayatında. O sıfırın altındaki ihtimal ve kız kardeşinin ona yaptığı terapiler onu ayakta tutan. İnsanı yaşatan şeyin bir umut olduğunun kanıtı olmaya çalışıyor adeta. 

Sayfaların arası belki biraz karanlık ama zihinde parlak bir ışık yakmayı başarmış; ne için, nasıl ve kimlerle yaşadığımızı, kendimiz için nasıl bir yol seçtiğimizi tekrar ve tekrar sorgulatan bir kitap. 

Kapağındaki Chanel No 5 parfüm şişesinin içinde boğulan kadın karakter de oldukça manidar.

Son olarak; kitabın başında kullanılan Woolf alıntısı kitabı en güzel özetleyen kısım:

"Başkalarının gözleri, bizim zindanlarımız;
başkalarının düşünceleri bizim kafeslerimiz."
t

25 Mayıs 2014 Pazar

Kitap Önerisi: Yalnız Seni Arıyorum

Okuduğum kitaplar hakkında yazmıyordum ne zamandır, o kadar çok kitap blogu var ki içimden gelmiyordu açıkçası. Okuduğum son kitap bu kararımı bozdurdu, hakkında bir şeyler yazmadan edemedim.

Kitap Yapı Kredi Yayınları'ndan. Yalnız Seni Arıyorum: Nahit Hanım'a Mektuplar
Yazarı da en sevdiğim şairlerden Orhan Veli.


Orhan Veli'nin son ve okuduklarıma göre en uzun süren,  

"Bir de sevgilim vardır, pek muteber;
İsmini söyleyemem,
Edebiyat tarihçisi bulsun" 

dediği aşkı Nahit Hanım'a yazdığı mektuplardan oluşuyor kitap. 

Nahit Hanım'a dönemin birçok yazarı ve şairinin hayran olduğunu, ona yazılar ve şiirler yazdıklarını öğreniyoruz kitabın başında. Cemal Süreya'nın "Cumhuriyet gibi kadın" yorumu dikkat çekici.

Mektuplara eklenmiş şiirleri de var Orhan Veli'nin. İlk önce Nahit Hanım'ın görmesini ve fikirlerini paylaşmasını istiyor sürekli. Orhan Veli'nin en sevdiğim şiirlerinin Nahit Hanım'a yazıldığını görmek de beni şaşırtmadı değil. 

Nahit Hanım'ın tek bir mektubu var kitabın sonunda. Onu da Orhan Veli görememiş zaten. Orhan Veli'ye yazılan cevapları görememek beni daha da Orhan Veli'nin tarafına sürükledi.

Mektubu yollayacak parasının bile olmaması, bir pardösü bulamadığı için Ankara'ya gidemeyişi ve her şeye rağmen tek isteğinin Nahit Hanım'ı görmek oluşu insanı derinden etkiliyor.

Nahit Hanım'a kızgınlıkla okudum kitabı bir süre sonra. O tatlı dile, o aşk dolu sözlere rağmen cevapların gecikmesi ya da Orhan Veli'yi daha da çıkmaza sürükleyişi Nahit Hanım'ı acımasız biri olarak değerlendirmeme neden oldu. Tabii gelen cevapları, onun koşullarını bilmediğimden fazla sert yorumlar bunlar. Orhan Veli'yi çok sevişimin de etkisi de büyük. 

"Canım Nahitçiğim,
Mektubuna pek fazla sevinemedim. Neden bu kadar kötü şeyler düşünüyorsun. Oysa ki sen benim her an hatırımdasın. Senden başkasını ne sevebilirim ne de sevebileceğimi aklımdan geçiririm. Bana biraz olsun inanmanı istiyorum."  

Buna benzer satırlara o kadar sık rastlıyorsunuz ki, Orhan Veli'ye çaresizliğini ve sevgisinin altında ezilişini hissedebiliyorsunuz.

Yokluk içinde geçen kısacık hayatına kocaman bir aşk ve harika şiirler sığdıran "bir garip Orhan Veli"nin satırları tekrar tekrar okunmaya fazlasıyla değer.

t

7 Mayıs 2014 Çarşamba

Mezarsız Ölüler






Dün akşam ODTÜ Kültür ve Kongre Merkezi, Kemal Kurdaş Salonu'nda oynanan Mezarsız Ölüler'i izledik. Mezarsız Ölüler Jean Paul Sarte'ın yazdığı bir oyun. İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman subaylarının bir grup direnişçiye yaptığı işkenceleri ve direnişçilerin yaşamı ve ölümü sorguladıkları,  varoluşçuluğun izlerinin olduğu bir metin.

Oyun kısaltılmış ve günümüze uyarlanmış. Zaman ögesi silinmiş sanki. İkinci Dünya Savaşı'ndan değil de sanki dünden ya da bugünden şeyler aktarılıyor gibiydi. Metnin tüm zamanları kapsadığını, hâlâ nasıl varoluş sorunları yaşadığımızı bizlere tekrar hissettirmesi açısından oldukça başarılıydı.

Koltuklarınıza yerleşmeye başladığınız anlardan oyunun sonuna kadar, damlayan bir su sesi duyuluyor. Perde açılınca da sahnede bir morg karşılıyor bizi. Karanlık ve su sesi gerilimi tırmandırıyor. Morg dolapları birer birer açılıyor ve direnişçilerin yaşam ve ölüm arasında kalışları görülüyor.Yaşamanın ve ölmenin mi daha erdemli olacağı, işkenceye dayanmanın mı yoksa her şeyi anlatmanın mı en iyi yol olacağı ikilemi ve çaresizlik izleyenlere de kendi varoluşlarını, kendi ikilemlerini sorgulatıyor.

Oyunun yönetmenliğini Erdal Beşikçioğlu üstlenmiş. Direnişçileri konuşturmaya çalışan grubun başı olarak izledik kendisini sahnede. Behzat Ç.'den tanıdığımız Berkan Şal, Fatih Artman, Ayça Eren ve Elvin Beşikçioğlu'nun yanı sıra, oyuncular arasında  Erdal Beşikçioğlu'nun öğrencilerinden Adem Aydil, Ali Yoğurtçuoğlu, Aytek Şahan ve Ateş Bars vardı.



Metnin zorluğu düşünüldüğünde oyunculuklara hayran olmamak elde değil. Benim en başarılı bulduğum oyuncular ise daha önce CerModern'de Hayvan Çiftliği'nde izlediğim Adem Aydil ve Ayça Eren. Özellikle Ayça Eren'in o morgun içinde ağlayan, çığlık atan hali seyirciye duyguyu geçirme açısından çok başarılıydı. Behzat Ç. birinci sezon finalini de hatırlatmadı değil tabi o halleri. Fatih Artman'ın öne çıktığı işkence sahnes de oldukça etkileyiciydi.



Oyun, oyuncular ve oyunculukla ilgili her şey başarılıydı fakat ses sistemi ve salon için aynı başarı söz konusu değildi. Salonun çok büyük olması, özellikle Elvin Beşikçioğlu'nun duyulmasını zorlaştırdı. Gök gürültüsü sesinin birden kesilmesi gibi teknik sıkıntı söz konusuydu. Bir olumsuz eleştiri de Erdal Beşikçioğlu'nun kostümüne... Oyunun doğasına uymayan bir kıyafetti bana göre. 

Oyundan bir alıntıyla bitireyim: 
"Bana kalırsa biz çoktan öldük, artık işe yarar olmaktan çıktığımız o belirli anda. Şimdi elimizde kalan, aslında başlamadan bitmiş bir yaşamın son kırıntısı, tüketilecek birkaç saat...Biz artık hesapta yokuz, önemsiz ölüleriz."

Yazan: Jean Paul Sarte
Çeviri: Özcan Özer
Yönetmen: Erdal Beşikçioğlu
Yardımcı Yönetmen: Elvin Beşikçioğlu
Oyuncular: Erdal Beşikçioğlu, Elvin Beşikçioğlu, Fatih Artman, Berkan Şal, Ayça Eren, Ali Yoğurtçuoğlu, Adem Aydil, Aytek Şayan, Baran Eraslan, Ateş Bars
Kareografi: Binnaz Dorkip
Dekor: B.N.T
Işık: Mustafa Bal
Ses: Tayfun Gültutan
Dramaturg: Canan Kırımsoy



t

26 Ocak 2014 Pazar

Venedik Taciri üzerine...

2014 yılı tiyatro sezonumu Devlet Tiyatroları'nın "Shakespeare Oyunları Haftası" ile başlattım.



 Daha önce okumadığım Shakespeare oyunlarından biriydi Venedik Taciri. Konuya biraz değinecek olursak...
Bassanio, Portia ile evlenmek için arkadaşı Antonio'dan borç ister, fakat yeterli parası olmayan Antonio arkadaşına ve arkadaşlığına kefil olarak tefeci Shylock'tan para alır. Parasını zamanında ödeyememesi durumunda Shylock Antonio'nun vücudundan bir libre et kesebilecektir. Bunun üzerine senet yapılır ve Bassanio parayı alır. 


Shylock kızının kaçmasına ve Hıristiyanlaştırılmasına öfkeliyken bir de Tüccar Antonio'nun gemilerinin battığı haberini alınca senedin karşılığının ödenmesini ister. 
Yıllarca Yahudi olduğu için "öteki" olmaktan canı yanmış Shylock sonunda adaletin onun için de gerçekleşeceğine inanır fakat sonuç onun istediği gibi olmayacaktır maalesef.

Venedik Taciri bir yandan adaleti, öteki olmayı, dini, aşkı, dostluğu, gücü, merhameti; diğer yandan da kendimizi sorgulamamızı sağlıyor bir kez daha. 

Oyunun en başarılı, en akılda kalıcı ve takdir edilesi oyunculuğu Shylock karakterini canlandıran Tamer Levent'e aitti. Sesi, duruşu, bakışı ve karakterle bütünleşmesi etkilenilmeyecek gibi değildi. Sahnede gerçekten, Yahudi olduğu için aşağılanan, bu yüzden hakkını kendince aramaya çalışan, merhamet etmeyi merhametsiz davranışlar karşısında unutmuş ya da kendini korumanın yolunu merhametsizlik olarak bulmuş bir adam vardı. 

Antonio ve Bassonio karakterlerini canlandıran Tolga Tecer ve Erdinç Doğan da oldukça başarılıydı.
Ne yazık ki kadın oyuncular için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Portia ve yardımcısı Nerissa son sahnelerden birinde erkek kılığında çıktılar karşımıza. Portia'nın o sahnedeki önemi çok büyüktü, maalesef hakkı verilememiş. Mahkeme sahnesi, Antonio ve Shylock'un bir anlamda kaderinin belirlendiği, seyirciden en çok reaksiyon alınan sahneydi. Sadece kıyafet değiştirerek, basit bir şekilde erkek kılığına girilerek değil de daha baskın, daha sağlam bir oyunculuk göremediğime üzüldüm açıkçası. 
Porita'nın kadın olarak karşımıza çıktığı sahneler için de çok iyi bir oyunculuk sergilendi diyemem. 



Olaylar Venedik'te farklı mekanlarda geçtiği için dekor da sık değişti haliyle. Dekor değişimi, sürgülü ve çok hızlı değiştirilebilecek bir sistemle hazırlanmış ve çok başarılıydı. Kostümler dönemi yansıtan şekilde güzel hazırlanmış ve sahne geçişlerindeki müzikler de gayet başarılıydı. Işık, Küçük Tiyatro'nun bayıldığım tavan süslemeleri ile harika bir uyum içindeydi ki beni çok etkiledi.

Venedik Taciri kadın oyuncular dışında beğenimi kazandı. Son gününe bir bilet bulup, yağmura ve hasta olmama rağmen pazar günümü Shakespeare ile geçirmek çok iyi geldi.


t

2 Ocak 2014 Perşembe

2013, 2014 falan...

2013 biteli iki gün olmuş bile. Gidenin arkasından bir şeyler söylemek, yeni gelene de hoş geldin demek istedim kendimce. 

2013'e pek hevesli başladım elin ecnebi memleketlerinde, yanımda en sevdiklerimden biriyle. Uzakların yakın, sevilmenin de en güzel hediye olduğunu gösterdi bana 2013'ün ilk saatleri ve o anları yaşayabildiğim için ölene kadar şükretmeye devam edeceğim galiba. 

Eski püskü bir binanın giriş katındaki bir odaya evim demeyi öğrendim. Minicik bir odada insanın ne kadar yaratıcı olabileceğini, hasta olmamak için neler yapabileceğini, güçlü olmaya çalışmanın zorluğunu, aileden uzakta kalmanın ne demek olduğunu gördüm. Annemin kızdığım huylarını, yer yer anlamsız bulduğum işlerini birebir uyguladığımı, babamdan gördüğüm tamir işlerini nasıl güzel becerdiğimi fark ettim bir de. "Vaay be ben neymişim haa?" burnu büyüklüğünü yaşadım.

Deli gibi gezdim sonra. Dört ayda paramın ve gücümün yettiğince vurdum kendimi yollara. Ayaklarımda dizi dizi su baloncukları oluşsa da, soğuktan totom donsa da, trenlerde dolandırılsam da vazgeçmedim. Gezdim gördüm. Yolculuk gerçekten insanları tanımaya yardımcı bir şeymiş hak verdim böyle diyenlere. 
Önyargının dibine vurup asla anlaşamam dediğim insanlar en iyi anlaştıklarımdan oldu. Güzel arkadaşlar biriktirdim. 

Onca gördüğüm yere rağmen, tamam itiraf ediyorum çok güzel yerler vardı, Ankara'mın benim sadık yarim olduğunu bir kez daha gördüm. Ayrı kalınca daha iyi bilinen kıymet şekli işte tipik. Kim ne derse desin, soğukmuş da efendim işte griymiş de denizi yokmuş da bilmem ne! Bir şehri güzel yapan sadece görünüşü, süsü püsü değil içindekilerdir, sizin ona kattığınız anlamdır diyorum, yok! Neyse.

Erasmus sevdasına okulu uzattım bir de. Okula ömrümün sonuna kadar giderim diyen ben, o işin aslında öyle olamayacağını gördüm. İkinci dönem mezuniyet töreni, balo, bahar, yaz, tatil derken geçti de arkadaşlarım mezun olduktan sonra kendi sınıfıma ait olmadan bir orada bir burada ders almanın ne kadar sıkıcı bir şey olduğunu gördüm. Edebiyat Fakültesi, A Kapısı bizim değil artık başkalarının olmuş. Bam'da tanıdık yüz kalmamış, herkes yabancılaşmış ben eskimişim. En yakınım, artık arayınca Bam'a gelemeyecek uzaklıkta olunca bir de... Okulun tadı kalmıyormuş işte. Neyse o da bitti. Yarın son ders...

Okuldan sıkılırken yeni bir arayış içindeyken birden staj imkanı sunuldu bana. Hem de ne imkan! Resmen altın tepsi içinde. Yıllar yılı hayalini kurduğum şey olacak, yayınevine gideceğim, okuyup yazıp çizeceğim. Bak şu işe, nasıl kabul etmem? Koşa koşa gittim. Ne kadar şanslıyım ki harika insanlarla tanıştım. 
2013'ün en güzel olayı oldu bu staj benim için. İş hayatına aralanan kapıdan bakmak, fikir üretmek ve paylaşmak, takdir edilmek, fuarlara gitmek, birlikte gülmek, sinirlenmek ve daha bir sürü anı birikti on ayda. 
Kendimi keşfetmemi sağladı resmen. İyi ki varlar.

Yeni insanlarla tanıştım. Hayal kırıklıklarım oldu ortalığı çınlatan kahkalarımın yanında, herkes gibi işte.
Bir yandan gülüp bir yandan ağladım. Kendimle daha da bir barıştım sanki 2013'te. Kötü haberler de aldım tabii. 2013 son şakasını yaptı öyle gitti. Hiç kırılmadığım kadar kırılıp, çok üzüldüm. Bunlar da geçer nasılsa deyip katlanabilme dozunu biraz daha arttırmaya çalışıyorum hâlâ.
Öyle böyle derken 365 tane günü daha devirdim. Koca bir yıl da okul da bitti. 

2014 nedense kulağıma daha bir şirin geldiğinden midir nedir, umutluyum kendisinden. 2013'ün son günlerini örnek almamasını diliyorum . Yapılacaklar listem de yok. Kilo verip hayatımın aşkını bulmak falan da istemiyorum. Güzel anılar biriktirmeme yardım etsin sadece, köstek olmasın yeter. Gelen yeniyıl giden eski yılı aratmasın bana ve sevdiklerime. Basit düşünelim, basit olsun bazı şeyler. 
Ha bir de...
Daha fazla ağaç sökülmesin abuk subuk yollar için.

Bence anlaştık. Seneye bu zamanlar nasılsa hesaplaşırız.
t

8 Aralık 2013 Pazar

Nehir üzerine...


Bugün Ankara Tiyatro Festivali ile Ankara'ya gelen Oyun Atölyesi ekibinin Nehir isimli oyununa gittim Şinasi Sahnesi'ne. Başrollerde Haluk Bilginer, Canan Ergüder ve Ayça Bingöl var.

Oyun 2012 yılında Jez Butterworth tarafından yazılmış. Bizim dilimize kazandıran da Hira Tekindor.
Yönetmen Haluk Bilginer.

Yerime oturup perdenin açılmasını sabırsızlıkla bekledim. Perde açıldığında onca hevesin boşa gitmediğini ilk bakışta kanıtladı bana sahne. Dekora bayıldım. Ahşap bir göl evi şeklinde tasarlanmış. Sahne tasarımı Gamze Kuş'a ait. Ahşabın ve sarının verdiği sıcaklık çok etkili bir şekilde kullanılmış.


Oyuna gelince... Haluk Bilginer, balık avlamayı fazlasıyla önemseyen ve aşkı arayan bir Adam olarak karşımıza çıktı. Aşkı ararken de buldu sandığı aşka alışmış bir karakter...
Buna nasıl alıştığını da minik evine getirdiği kadınlar sayesinde görüyoruz. Kadın karakterler birbirinin kaldığı yerden oyuna devam ederken Adam sanki sadece bir kadınla ilişki yaşıyormuş gibi görünüyor bize. 

"Benden önce buraya kaç kadın getirdin?" sorusunu hem deli gibi merak ederek hem de "ilk" olmayı umarak soran kadınların ilk olduklarını sandıklarındaki mutluluğu ve bunun doğru olmadığını gördükleri zamanki hayal kırıklığı günümüz ilişkilerine de çok güzel bir gönderme olmuş. İlk ve o kadar özel olunamayacağına neredeyse kesin gözüyle bakış, bunun minicik gerçek olma ihtimaline bel bağlama hali...
Kadın cinsinin "seni seviyorum" cümlesine verdiği anlam ve erkek cinsinin bunun arkasına sığınması...
Her kadının ve adamın olacakları tahmin ettiği, hatta bildiği halde yine de tersine inanması da hepimizin yüzleşmek zorunda kaldığı ironi.
Karakterlerin isimleri yok, hepsi çok bizden. Bizlerden biri...


Oyunculuklara diyecek söz yok. Televizyondan duymaya alıştığımız sesleri yakından duymak bile yeterince güzel. Benim için ekranda görmeyi özlediğim Canan Ergüder'i sahnede görmek bambaşkaydı zaten. Tek şikayetim oyunun tek perde olması, 70 dakika sürmesiydi . İzlemeye doyamadım sanırım.
Erdal Beşikçioğlu'nun oynadığı Cem Emüler'in yönettiği Bir Delinin Hatıra Defteri'nden sonra iki numaradan giriş yaptı favori listeme.  İstanbul'da yaşayanlar kaçırmasın derim.

t

21 Temmuz 2013 Pazar

Bu bir mezuniyet öyküsüdür

Haziran ve temmuz aylarına damgasını vuran olaylar mezuniyet balosu ve mezuniyet törenimizdi.
Erasmus ile Avusturya'ya ilk dönem gidişimin nedeni de ikinci dönem burada olup fotoğraf çekimlerimi düzgünce yapıp, baloya ve mezuniyet törenine katılabilmekti. İyi ki de öyle bir karar vermişim. 
Her anını doya doya yaşadım mezuniyet heyecanının. İşin komik tarafı da resmi olarak mezun olamamam. Erasmus'un bir oyunu mu desem güzelliği mi desem artık bilemedim. Okulumla bir dönem daha birlikteyim.

Sırayla anlatmak gerekirse... Önce yıllığımız için fotoğraf çekimleriyle başladı heyecanımız. Okuldan cübbeleri alınca "Ne yani, şimdi bu kadar mı? Bitiyor mu?"
soruları hemen hemen hepimizin gözlerindeydi. Bir yandan sevinç, bir yandan da hüzün.
Hemen kendimize uygun cübbeleri alıp şımarıklıklara başladık.


Sonra asıl çekime geldi sıra. Havanın azizliğine uğramayalım diye dua ede ede kuaförlere gidildi, elbiseler giyildi, makyajlar yapıldı. Bol bol fotoğraf, bol bol kahkaha...



Yıllarca önünde kahveler, çaylar içilen, sınav sonrası kritikler yapılan A Kapımız.




Merve ve Betül de bizimle.

Göle gitmeden olmazdı tabii.








Fotoğraflarla yetinemedik farklı bir şeyler yapmak lazım diye düşündük. Harlem Shake'te karar kıldık sonunda ve milletin bakışlarını umursamadan ve gülmemeye çalışarak onu da yaptık. Herkesin harlem videosu gibi olmasın diye de azıcık kendi yorumumuzu katmış hazırlayan arkadaş. Buyrun:




Yıllık işlerimiz bittikten sonra sıra balomuza geldi. Sheraton'da yapılacak güzel balomuz için hazırlanmak pek kolay olmadı. Kumaşlar, elbise provaları, ayakkabı- çanta alışverişi, takılar derken kendisi beni bayağı uğraştırdı. Sonunda Hayriye Teyzem aklımdaki gibi bir elbise dikti ve içime sinerek, pek beğenerek giydim elbisemi. Saçım ve Berfu'mun yaptığı makyajı da çok beğenince eğlenmemek için hiçbir nedenim kalmadı.



Gülmekten yanaklarımın acıdığı bir gece oldu.





Bu kadar eğlenebileceğimi düşünmemiştim o gece. Emeği geçen arkadaşlara tekrar teşekkür ederim. Yemekler, müzikler, pastamız, fotoğrafalarımız...Her şey harikaydı. Hep hatırlayacağımız, mükemmel bir mezuniyet balosu oldu.

Balomuzu da bitirip mezuniyet törenimizi beklemeye koyulduk. Beytepe Amfi'de yapıldı tören. Tepemizdeki güneş bir de yerden yüzümüze yansıyınca kızardık, bol bol da ter döktük. 
 Sabahın köründe hazırlanıp yollara düştük.

Pankartlarımı da kaptım doğru törene...


Oynak kimliklerimizden ödün vermedik tabii törende de bol bol oynadık. Gezi eylemlerine destek olan pankartlarımızla rengarenk bir tören yaptık. Gazetelere bile çıktık hatta. Buyrun:


En güzeli de beni yalnız bırakmayan ailem ve Manisalardan beni görmeye gelen anneannem.

Kepler fırladı, şarkılar türküler söylendi, balonlarımız uçtu. Hepimizin hayatında yeni bir dönem başladı. Bazılarımız yüksek lisans haberleriyle bizi sevindirmeye başladı bile.


Tören bitti diye amfiye tekrar gitmeyeceğim anlamına gelmedi tabii ki bu. Kız kardeşin töreni benden sonra oldu ve onu mezun etmeye gittim bir kez daha. Gülen gözlerimizin olduğu fotoğraflarımız da hatıra kaldı.


Son bir şeyi unuttum. Törende yanımda olamasa da arayıp yanımda olan kardeşim :)


Bol fotoğraflı bu yazım da okulun son demlerini hatırlatmak için kayıtlara geçsin. Hepimiz için her şey güzel olsun. Son olarak da bıkmadan usanmadan fotoğraflarımı çeken ve benimle paylaşan herkese çok teşekkürler.

t